Ekosistem ve İnsan
Antropologlar yeryüzünde insansı yaratıkların yaklaşık iki milyon yıldır yaşamakta olduğu görüşünde birleşiyorlar. (Burada erektus-sapiens çizgisi ve evresi kastedilmektedir. Yoksa, içinden bir bölümünün sonunda insana ulaşacağı primat çizgisinin kendi atatürlerinden ayrımlaşmağa başlaması günümüzden 20-25 milyon yıl gerilere gider...) İnsanın uzak ve yakın ataları, bu uzun sürenin büyük bir bölümünde avcılık/toplayıcılık etkinliklerine dayalı bir yaşam tarzı sürdürmüşlerdir. Bu yaşam tarzı, türünü sürdürecek ölçüde madde ve enerjiyi sağlamakla birlikte, doğadaki genel ekoloji dengeleri açısından onarılması olanaksız ölçekte herhangi bir bozulmaya, yıkıma yol açmamıştır. Tam tersine, avcı-toplayıcılık döneminde insan, bütün öteki biyolojik türler gîbi, doğal ekosistemdeki madde ve enerji akışımının, onunla bütünleşmiş, uyumlu bir üyesidir.
Yedi haneli sayılarla ölçülebilen bu uzun dönemden sonra, günümüzden yalnızca dokuz bin yıl kadar önce tarım devrimi gerçekleşmiş; son birkaç yüzyılda ise sanayi çağına geçilmiştir. Görüleceği gibi, bu son iki dönem, insanlık tarihinin çok minimini bir bölümünü oluşturuyor. Buna karşılık, teknolojinin değişen niteliği ve denetimsiz büyüyen hacmiyle insanın çevre ile olan ilişkilerinde yol açtığı köklü değişmeler de yine bu son iki dönemin ürünüdür. Tarımcılık, tüm olumlu yönleri yanında, toprak erozyonu ve zararlıların yayılması gibi sorunları da kısa zamanda gündeme getirmiş; sanayi çağının net sonuçlarından bazıları ise ölçüsüz nüfus artışı, çevre kirliliğinde aşırı tırmanma, doğal kaynakların giderek yetersiz kalması, ekolojik dengelerdeki bozulmanın hızlanması olmuştur.
"Ekosistem" ve "doğal dengeler" gibi kavramların, yıkımın gözle görülür, belki de telâfisi olanaksız düzeye ulaştığı günümüz dünyasında tartışılıyor olması bir rastlantı değildir. Nükleer gücün kullanıma açılması da ilk bakışta insanın teknolojik başarılar grafiğinin doruğu gibi görünüyor; ama bir başka anlamda, kendisini ve kendisiyle birlikte canlıların büyük bölümünü yeryüzünden silecek yeni bir tehdit niteliği taşıyor. İnsanın sağduyu ve etik değerlerinden yana, teknolojik evriminin hayli gerisinde kalmış olduğuna inanmak için çok neden var.
İnsan ve ekolojik çevre ilişkilerini -- günümüzdeki görünümüyle -- üç ana başlık altında irdeleyebiliriz:
Birincisi; Doğal çevre gitgide daha büyük ölçeklerde insanın denetimi altına alınmış, fakat ölçüsüz sömürü kaynakların yetersiz kalmasını kısa zamanda gündeme getirmiştir. Olumlu bir dönemde ilk ağızda türünü çoğaltma (= nüfus artışı) sağlayan her biyolojik bir türün, gereksinimlerinin artmasıyla ardından bir açmaza girmesi, çıkmaza sürüklenmesi olağan öyküdür.
İkincisi; İnsan, kendisini alıştırdığı şımarık ve müsrif yaşam tarzının artıklarıyla çevreyi giderilmesi olanaksız ölçekte kirletiyor, boğuyor. Bu da, kaynakların yetersiz kalmağa başlaması ile yakından ilintili. Çölleşen topraklar daha az ürün; hava ve su kirliliği artan sağlık harcamaları anlamına geliyor.
Üçüncüsü; doğal ekosistemlere müdahele karşılıksız kalmıyor, çoğu zaman geri tepiyor. Sistemde yol açılan kopukluklar, boşaltılan yaşam çentiklerine hesapta olmayan yeni türlerin yerleşmesiyle sonuçlanıyor. İnsan yapısı ekosistemler istikrarsız nitelik taşıyor; zararlılara karşı kazanma olanağı ufukta görülmeyen sürekli bir savaşım gerektiriyor.
Bu noktada bir parantez açarak, ideolojilerin önemi üzerinde de durmak gerekir. Günümüzün gözde sloganları olan "sınıf kavgası" veya "milletler mücadelesi" gibi kavramları savunan ideolojileri irdelediğimizde, bunların nasıl ve hangi zeminlerde bugünkü çizgiye ulaşmış olduklarını görmek fazla zor değil.. Bir Malthus gelmiş, dünya kaynaklarının aritmetik ölçülerle, dünya nüfusunun ise geometrik katlanmalarla büyümekte olduğuna işaret ederek, kaynakların giderek yetersiz kalacakları kehanetinde bulunmuştur. Malthus'un dünyasında egemen olan düzen bugüne değin sürdürülmüş ve kehanet gerçekleşmiştir. Bir Darwin gelmiş, Doğa'nın düzenine ilişkin söyledikleri toplumların tarihine tercüme edildiğinde grup, zümre, sınıf veya milletlerin birbirlerine karşı bir ölüm-kalım savaşı vermek zorunda oldukları sonucuna varılmıştır.
Madem ki kaynaklar yetersiz, hayat hakkı ise bileği kuvvetli olanındır; o halde, soyguncu baronlar için plutokratlar zümresinin, Marksistler için "işçi sınıfı"nın, bizmerkezci şovenler için "güclü milletlerin", dinciler için kendi dinlerine mensup ümmetlerin bu hakka sahip olmasından daha doğal ne olabilir ki?... Bu fikir curcunası içinde pek az kişi, dünya kaynaklarının akılcı bir düzenleme ile (daha çok teknoloji, fakat daha büyük denetim; nüfus dengesi ve insan-çevre ilişkilerinde Doğa'ya saygı ile) sorunlara çerçeve çözümler getirilebileceğini düşünmüş veya bu görüşü yayma olanağı bulabilmiştir. Eğer insanoğlunun feraseti bu bütüncü anlayışa yeterli değilse, türünün yeryüzünden silinmesini hiçbir güc engelleyemeyecektir.
Demek ki,
Gezegenimizin bütününü tek bir ekosistem (= CANLI-KÜRE) olarak algılayan, kaynakları en akılcı şekilde kullanacak yeni ve yaygın bir ideolojiye gereksinim açıkça ortadadır. Bu ideolojinin temel önerileri, Doğa sömürüsünün reddedilmesi; insanın, kökleri Doğa'da olan bir varlık olduğunun içtenlikle kabulü; Canlıküre'ye zarar vererek, Canlıküre'ye rağmen türünü sürdüremeyeceği gerçeğinin akılla anlaşılması, yürekle benimsenmesidir.
Şimdilik, çevre sorunlarını çözmeğe yönelik çalışmaların, yaygın bir düşünce ve etik devriminden çok, yumurta kapıya dayanınca başvurulmuş palyatif bir dizi önlemden öte gitmediğini eklemek zorundayız.
SONUÇ...
Kültür boyutunun devreye girmesiyle doğanın ekolojik dengeleri üzerinde çok yönlü olumsuz etkiler egemen olmağa başlamıştır. İnsanın kültür ve teknoloji evrimi, Doğanın başlangıç dengelerinde payına düşmeyen ölçeklerde bir nüfus ve refah birikimini, ve buna koşut bir madde ve enerji talebini beraberinde getirmiştir. Bu zenginlik doğal ekosistemlerden doğrudan gaspedildiği kadar, geliştirilen yapay ekosistemler kanalıyla da desteklenmeğe çalışılıyor. Fakat, insan yapısı ekosistemler istikrarsızdır; israf ve kayıplar büyüktür. Gerçek veya yapay gereksinimlerle sürekli şişirilen tüketimi karşılamak olanağı kalmamıştır. Gezegenimiz artık krizin kapısında değil, şimdilik çözümsüz görünen bir krizin uluorta içindedir. Doğa, insanın açgözlü, bencil, denetimsiz tüketim eğilimleri karşısında çaresizdir.
İtiraf edelim ki, insanın "kültürel" ekolojisi kendi kuyruğunu yemekte olan yılanın kör döngüsünü düşündürüyor...
Konunun özünde insanın kültür evrimi ile ilgili yanlış yapılanmalar yatıyor. Çözümlerini de, kültür dünyamızın yeniden gözden geçirilmesinde aramak gerekiyor.
-----------------------------------------------------
2. "Bir ekosisteme dışardan müdahele" kavramı üzerinde biraz durmak gerekiyor. Öncelikle şu noktaya parmak basmalıyız: Her "ekosistem" aslında kendisinden daha kapsamlı bir başka ekosistemin bir parçasıdır. Bu anlamda, sınırlı boyutlarda bir gölet çevresinden, coğrafi bölgeler, anakaralar, dünyalar, yıldız sistemleri ve gökadalara kadar bütün "ekosistemler" aslında aynı bütünün parçalarıdır. O bütün ise, uçsuz bucaksız evrenimizden (=kainat) başka birşey değildir! Dolayısıyla, "dışardan müdahele" kavramı bir soyutlamadır. Gerçekte, evrenin bütünü oluşum -- ve dolayısıyla değişim -- içindedir. Bizlerse -- kendimize verdiğimiz maksi payelere karşın -- bu oluşumun, bu akıl almaz madde ve enerji akışımının, minicik bir bölümünde bir an parlayıp sönen geçici bir evreden başka birşey değiliz...